Dilek ALP

Dilek ALP

KENT SERİSİ 27: DENİZİNİ SEVMEYEN, DENİZ ZENGİNİ TÜRKİYE

KENT SERİSİ 27: DENİZİNİ SEVMEYEN, DENİZ ZENGİNİ TÜRKİYE

Filmlerde ya da yurtdışı seyahatlerinde kıyı yaşam tarzına hayran olup, ülkemizde bunu neden uygulayamayız anlamış değilim. Gördüğümüz sahil kentlerinin doğasına hayran kalırız, denizine hayran kalırız, mütevazı sahil lokantalarında yediğimiz balıklarına hayran kalırız, insanların sade ve dingin hayatlarına hayran kalırız. Dört denizi olan ülkemizde sahil yaşam tarzını bir türlü benimseyemeyiz, benimsetemeyiz. Ülkemizde bu tanıma uyan birkaç kıyı kentinin de canını çıkartana kadar yorar, tüketiriz.

Birçoğumuz için deniz kenarında yaşamak en büyük hayalimizdir. Emekli olduktan sonra yapılacaklar listesinin en başında yer alır. Kapımızın hemen dışındaki deniz manzarası, tuzlu su, bembeyaz kumsal ve plaj çok çekicidir. Bu hayatın sürekli bir tatil havasında olacağını planlar dururuz.

Yaşadığım bölgeye baktığımda, Kocaeli Bölgesi aslında sahil bandı uzun olan bir coğrafya. Ama kimse kendini butik bir kıyı şeridinde yaşıyormuş gibi hissetmiyor. Tam tersine denizle alakası olmayan İç Anadolu Bölgesi tadında bir yaşam tarzı mevcut. Bölgeden transit geçen bir yolcu, bu bölgenin sahil bölgesi olduğunu düşünemez. Bu his, kentsel gelişimin bu yönde olmayışının yanında, kentte yaşayanların da denize karşı olan tutkularının eksikliğinden kaynaklanır. Bir nevi kentin denize sahip çıkmayışı gibi…

Dünya nüfusunun büyük bir oranına ev sahipliği yapan kıyı bölgeleri, günümüzde çevre ile ilgili bir gerileme yaşıyor. Sorun özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde akut durumda. En büyük neden ise kontrolsüz göçler ve hızla artan nüfus. Bugün, yaklaşık 3 milyar insan - dünya nüfusunun yaklaşık yarısı - bir kıyı şeridinin 200 kilometre yakınında yaşıyor. 2025 yılına kadar bu rakamın iki katına çıkması muhtemel. Kıyı bölgelerindeki yüksek insan yoğunluğu, gelişmiş ulaşım, endüstriyel ve kentsel gelişim, turizmden elde edilen gelir ve gıda üretimi dâhil olmak üzere birçok ekonomik fayda sağlıyor. Ancak hızla artan nüfus artışı ile ekonomik ve teknolojik gelişmenin birleşik olumsuz etkileri, aynı zamanda bu ekonomik faydaları sağlayan ekosistemleri tehdit ediyor.

Ülkemizde çoğu kıyı kent yöneticileri için en büyük sorun, kıyı yaşam tarzının ne olduğunu tam olarak algılayamadıkları için, bu yaşam tarzına nasıl hizmet vereceklerini de bilememeleridir. Kontrolsüz artan nüfus, engellenemeyen göçler, bölge kaynaklarını doğru tespit edememeleri, çevresel bozulmanın önüne geçememeleri, coğrafi zenginliklerin farkında olmayışları ve büyük şehirlere özenti sorunun temelini oluşturuyor.

Bir makalede Osmanlı Mutfağı’nda deniz ürünleri kullanımı ile ilgili ilginç bir bölüm okudum. Batılı seyyahların hemen hepsi 1500’lü yıllarda Türkler’in balık pişirmesini ve yemesini çok iyi bilmediklerine dair yazılar yazarken, 1655’te İstanbul’a gelen Thevenot adlı seyyah, kentin balık pazarını övgüyle anlatıyor ve  “Galata Liman’ında, dünyada varolabilecek en güzel balıklara sahip bir balıkhane bulunmaktadır” diyerek tüm detaylarını veriyor. Ve bu balıkhaneyi genelde Hıristiyan ve Yahudiler’in kullandığını ekliyor. Saray menüsünde deniz mahsullerinin çok fazla tercih edilmediği söylenirken Fatih Sultan Mehmet’in lezzetli balık merakı, Has Mutfak için satın alınan deniz ve tatlı su balıklarından, havyardan, kurutulmuş balıklardan ve kekikle pişirilen yılanbalığından da anlaşılıyor. Sultan Mehmet’in en sevdiği deniz mahsulünün İstanbul Boğazı’ndan çıkartılan karides olduğunu ve üç denize sahip İstanbul Karidesinin dünyanın en iyi karidesi olduğu notu düşülüyor.

Türkler balık yemezdi” yerine, “Türkler’in, Orta Asya beslenme alışkanlıklarına tümüyle yabancı olan balığa ve deniz ürünlerine alışmaları zaman almıştır” dersek, daha doğru olacak sanırım. Osmanlılarda balık kültürünün gelişmesinde elbette coğrafyanın ve Bizans etkisinin önemini yadsıyamayız. Üç tarafı denizle çevrili İstanbul gibi bir kentte, mevsiminde lakerda, havyar çeşitleri, tütsülenmiş ve tuzlanmış balıklar ile meşhur balık yumurtalarının; Bizans mutfağının Osmanlılara bir armağanı olduğu konusunda tüm yemek tarihi uzmanları hemfikirdir. İlginç ve derin bir konudur bizim coğrafyamızda “deniz” konusu…

Denizciliğin gelişmesi ve sonradan duraklaması da ilginç bir serüvendir bu sularda. Türkler’i denizcilikle tanıştıran ilk isim Çaka Bey’dir. 1081 yılında 50 parçaya sahip olan ilk Türk Donanması Çaka Bey tarafından kurulmuştur. Bu tarih ülkemizde Deniz Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Akdeniz bir “Türk Gölü” halinde iken, zaman içinde bu gücümüzü tamamen yitirdik. Buna karşılık Akdeniz’e kıyısı bulunan Fransa başta olmak üzere Portekiz ve İspanya denizcilikte büyük aşama kaydetti… Neden?

Akdeniz’i diğer Avrupa ülkeleri ile birlikte ticaret yolu olarak kullanan Fransa, İspanya ve Portekiz, Osmanlı Donanması korkusu ile ne yapacaklarını uzun uzun düşünmüşler ve “Onları kendi başlarına bırakacağız” diyerek karşılarındaki büyük düşmanı “savaşmadan yenmenin” bir yolunu bulmuşlar.

O dönem ticaretin ana damarı İpek Yolu’dur… Doğu ile batı arasındaki köprü Akdeniz, en kestirme yol doğal olarak ama Barbaros Hayrettin komutasındaki Osmanlı Donanması sularda kimseye göz açtırmaz. Bu tehdidi savuşturmak için en uzun yolu seçerek, rotalarını Afrika’nın güney burnunu dolaşma üzerine kurmuşlardır. Bu vesile ile Akdeniz bağlarını koparmışlardır.

Uzun bir yol, hırçın denizler bir yandan da gemilerin, donanımların ve en önemlisi denizcilik bilgilerinin gelişmesine yol açmıştır bu ülkeler için. Buna karşılık karşısında düşman bulamayan Osmanlı Donanması çalışmaya çalışmaya hamlanmış, yenilik yapma gereği doğuran nedenler ortadan kalktığı için zamanla o eski muhteşem gücünden eser kalmamış. Yenilikleri uygulamak masraflı gelirken, denizden vazgeçmişler neredeyse, donanma yük gibi gelmiş zamanla.”(TASAM)

Her dönem, Türk Donanması uğratılan haksızlıklar ve zayıflatmalar sonucunda bilinçli olarak güç kaybına uğratılmıştır. Denizlerden gelen yenilik ve tazelik bir ulusa dinamik bir yapı kazandırırken onun uluslararası sularda ülkenin saygınlığını artıran önemli bir öğe olduğu bilinçli olarak gözden kaçmıştır. Yakın zamana kadar dünyanın en iyi donanmalarından birine sahip olan ülkemiz, yaşadığı olumsuz etkenlere rağmen yine de onurlu varlığını göstermektedir.

Aslında dünyanın en nadide coğrafyalarından birine sahip olmamıza rağmen odağımız hiçbir dönem korumak, kollamak ve güzelleştirmek üzerine kurgulanmamış ne yazık ki. Daha da kötüsü varolan güzelliklerin tadına halk olarak varılamamış. İnsan üzülüyor…

Kıyı yaşam tarzı” yaşamak gerçekten ne anlama geliyor sizce? Bana göre zamanın biraz daha yavaş hareket etmesi, faaliyetlerin yavaş ve sindirilebilir bir hızda yapılması ve insanların gülümseyip dostça bir sohbet başlatması anlamına geliyor. Denizin sakinleştirici kokusu da hediyesi…

SONSÖZ:
Milli mücadelede çok değerli bir öneme sahip İzmit’in kurtuluşunun 101. yılı kutlu olsun.
(28 Haziran 1921)

SONSÖZ:
Haziran ayı içinde okuduğum kitaplar:
           
1. Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman
2. Freud - Mutluluğun Mimarı - Stefan Zweig
3. İtalyan Hikâyeleri - Giovanni Boccaccio, Matilde Serao, Gabriele D'annunzio, Franco Sacchetti
4. Frida Kahlo - Dahiler ve Aşkları- Burcu Aktaş
5. Latife Hanım - İpek Çalışlar
6. Stefan Zweig - Bilmek Değil Sadece Hayal Etmek İnsanı Mutlu Kılar - Kerem Kına
7. Fahrenheit 451 - Ray Bradbury
8. Doktor Moreau’nun Adası - H.G. Wells

Bu yazı toplam 3669 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Dilek ALP Arşivi