Dilek ALP

Dilek ALP

TAHILIN YOLCULUĞU: SON DURAK

TAHILIN YOLCULUĞU: SON DURAK

Binlerce yıl önce bir insan, toprağa düşen birkaç buğday tanesinin filizlendiğini gördü ve belki de farkında bile olmadan insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden birinin fitilini ateşledi. Şanslı coğrafyamızda yer alan Bereketli Hilal bölgesi, verimli toprakları ve su kaynakları sayesinde buğday ve arpa gibi tahılların insan uygarlığının temelini atmasını sağladı. O küçücük tohum, yalnızca bir bitki değil; medeniyetin, kültürün ve sofraların başlangıcıydı. Zamanla öğütüldü, yoğruldu, pişirildi… Ve sonunda insanın emeği, ateşin gücüyle “ekmek” adını aldı. Bugün konuşacağımız bu yolculuk, sadece tahılın topraktan sofraya uzanan serüveni değil; aynı zamanda insanın doğayla, emekle ve paylaşmayla kurduğu kadim ilişkinin hikâyesidir.

Yıllar önce raportör olarak görev yaptığım Birleşmiş Milletler Organizasyonunda, “dünyanın unuttuğu yer” diye anılan Güney Kutbunda Şili’nin Punta Arenas bölgesinde yaşayan yerli halk Mapuche Kabilesi ile çalışma şansım oldu. İlkel kabileler kültürü ile ilk tanışmam olduğundan benim için de bilinmeyenlerle dolu bir dönemdi. Kendimi hiç alışık olmadığım bir ortamda ayakta tutmaya çalıştığım ilk günlerde anayurdumdan binlerce kilometre uzakta kültürüme ait bir koku tarif edilmez bir aidiyet ve güven hissi yarattı. Aslında her şeyin başlangıcı bu koku oldu diyebilirim.

İnsan beyninde duygusal anlamda en kuvvetli kokunun ne olduğunu tahmin edebilir misiniz? Sizler neler tahmin ettiniz bilemiyorum ama yapılan araştırmaların sonucu beni hiç şaşırtmadı. Çoğunuz kahve kokusu demiş olabilir. Ama cevap aslında çok yakınımızda, “taze ekmek” kokusu her kokuyu alt edecek güçte…

Bir ekmek fırınında, içimize çektiğimiz o mis gibi kokuyu ya da büyükannelerimizin mutfağında pişen bir ekmeğin kokusunu her an hissederiz. Aç ya da tok olmamız hiçbir şeyi değiştirmez. O kokuyu hepimiz çok severiz. Bu koku, bizde sıcaklık, güvenlik ve ev hissi uyandırır. Bizi geçmişte bir yerlere götürür. Eskiye ait anılarımızı canlandırır ve anlamlandıramadığımız bir huzur sağlar. Ekmek kokusu güçlü ve duygusal bir etkiye sahip bir koku olarak kabul edilir. Köklerimizle duygusal bağ kuran en sağlam köprüdür. Bu bağı elle tutamazsınız, ifade edemezsiniz ama hissedersiniz.

İşte o an hissettiğim tam da buydu. 15 bin kilometre uzakta anneannemin mutfağındaydım sanki. Aynı koku ve aynı mutlu his. İnanılır gibi değildi, bir anda tüm endişelerim ve korkularım uçup gitmişti. Sonra yerli halkı dikkatle incelemeye başladım. İlkel bir kabilede ekmek nasıl bir öneme sahipti bunu araştırmaya başladım.

Bizim kültürümüzde ki gibi onlarda da ekmek kutsaldı ve vazgeçilmezdi. Beslenmenin temelini oluşturuyordu. Genelde kendi yetiştirdikleri mısır ve patatesten elde ettikleri unları kullanarak ekmek yapıyorlardı. Sonradan bu gruba buğday da dahil olunca ekmek çeşitleri oldukça artmıştı.

Bana göre önemli olan ekmeğin ne ile ya da nasıl yapıldığı değil, hangi duyguları taşıdığı idi o dönem. Çünkü ekmek yapımı şahane bir şenlik havası taşıyordu kabilede. O zaman anladım ki konu sadece besin öğesi olan ekmek değil, kültürel taşıyıcılık sorumluluğu içeren çok önemli bir miras.

Mapuche kabile ekmekleri genellikle günlük yaşamın bir parçası olarak tüketiliyordu. Ama bunun dışında da özel günlerde hazırlanıyordu. Haftanın sonunda bir sabah gün ağarmadan başlanan ekmek yapımı genellikle bir ritüel haline gelmişti.

Gün ışımadan yakılan büyük ateş etrafında oturan kabile kadınları, önlerinde ki geniş ahşap kapların içinde ekmek için gerekli un ve suyu karıştırırken hep bir ağızdan söyledikleri şarkılar ile huzur veriyorlardı. Büyük bir ciddiyetle yapılan bu iş, eğlenceden daha çok sanki bir ayin gibiydi. Sonradan öğrendiğim bilgiler beni daha da çok şaşırttı. Ekmeğin miras taşıyıcılığı özelliğine bana göre damga vuran bir gerçeği öğrendim.

Mapuche yerli kadınları geçmişlerinde köklerinden artık hayatta olmayan sevdiği büyükleri ile bu yolla iletişime geçiyor ve onlarla sohbet ediyorlardı. Sanki haftalık olağan ziyaret gibiydi onlar için. Ekmek bir iletişim yoluydu belli ki…

Yüzlerce yıl sonra 1970 li yıllarda Şili’nin siyasi tablosu değişerek, tüm ülkede askeri gücün binlerce kişiyi tutuklandığında dışarıda kalan kadınlar aile bireylerinden hiç haber alamıyorlar ve çok endişeleniyorlardı. Aylar sonra sadece pişirdikleri minik yassı Pan Amasado ekmekleri teslim edebilme izni çıktığında inanılmaz bir fikir geliştirdiler gizlice.

Bir grup Şili’li kadın sessizce pişirdikleri ekmekleri, içine gizli cep dikip küçük not kâğıtları yazdıkları Arpilleras el işi örtülerinin içine sararak sevdiklerine ulaştırdılar. Hapishane görevlileri bu masum örtü ve ekmeklerden hiç şüphelenmediler ve yıllarca bu haberleşme yolu sürdü. 17 yıl sonra askeri rejim sonlanıp bu durum fark edildiğinde Arpilleras artık dünyaca ünlü bir halk direniş sanatı haline dönmüş ve pişirilen ekmeklerle birlikte devrimin bir simgesi haline gelmişti.

O zaman anladım ki yüzyıllar boyunca ekmeğe yüklenen büyük bir anlam, köprü olmuş bu kültürde. Hem de bizim anladığımızdan çok daha değerli. Bir taraftan geleneklerini korurken diğer bir taraftan toplumsal bağların güçlenmesine ve geleneklerin bir sonraki nesile haberci olarak taşınmasına katkıda bulunuyorlar. Bundan ötürü ekmek yapımı ve tüketimi, Mapuche toplumunun sonrasında Şili halkının kimliğinin bir parçası olarak kabul edilir ve kültürel miraslarının bir simgesi olarak değerlendirilir.

Sonra düşünmeye başladım. Diğer dünya kültürlerinde durum neydi? Ekmek, kültürel taşıyıcılıkta ne kadar önemliydi? Bu konuda yaptığım her araştırma bende yeni ufuklar açtı, inançlar dünyasında ekmek çok kuvvetli ve sağlam bir yere sahipti. Sayısız inanç savaşının çıkmasına neden olmuş olduğunu öğrenmek beni şaşırtırken, farklı kültürlerin geçmişlerinde yer alan ekmek hikâyelerinin günümüze nasıl taşındığını görmek ise büyük zenginlikti.

4-5 yaşlarındayken anneannemim mutfağında ona küçük yardımlarımın sonunda ödülüm genelde menekşe özlü bir şekerleme olurdu. Anneannemin menekşe kolonyası kokan evini hep özlerim. Havada ne zaman belirgin menekşe kokusu duysam, anneannemin hayali mutfakta yeniden belirir kalbimde.

Otuz yıl sonra Güney Fransa’da bir pazar yerinden geçerken o menekşe kokusu ile heyecanlanmıştım. Kokular tuhaftır, duyguyla karışanlar daha da tuhaftır, geçmişi taşır, bir ana kilitler aklı. “Çağrışım” çok kuvvetli bir taşıyıcı kelimedir çoğumuzun hayatında… Mor çiçek desenli kağıt kaplı fırının içine girdiğimde, o kalabalık arasından kolayca buldum Violetta isimli kadın fırıncıyı. Fırında çalışan bu kadının adının manası gözlerinin rengi olan menekşeydi. Ona büyükannemi anlattım. Fırının içini sarmış olan portakal ve menekşe kokusu da tesadüf değildi, öğrendim ki yaptıkları köy ekmeği, neredeyse tüm atmosferi etkisi altına alan, portakal ve menekşe aroması ile mistik güçlere bağlı olduğunu bildiğimiz Josefine Bonaparte’ın tescilli marka ekmeğiymiş. Kraliçe günlük hayatında sadece menekşe kokusu kullanır ve bazı ekmeklere menekşe yağı damlatarak Napolyon’u hipnotik etki altına alırmış. Antik Yunanistan’daki kadınlar da ekmeğe kattıkları bu doğal aromalarla ekmekleri yiyenlere neşe ve güç katmaya çalışırlarmış. Benzeri hikâyelere rastladığım Anadolu ve kadınlarımızın ekmekleri de coğrafyalar arası taşınarak gelip giden bu hikâyeleri doğruladı.

Dünyanın 7 harikasından biri olan, Hindistan’ın İmparatoru Şah Cihan’ın karısı için yaptırdığı Tac Mahal’i gezerken yapının muhteşemliği kadar hikâyesi de beni etkilemişti. Ama gördüğüm bazı detaylar beni hayranlığımdan öte meraklandırdı. İnşası 21 yıl sürmüş bu şaheserin girişinde, yüzyıllardır her gün Hintli kadınların ekmek dağıtması beni çok şaşırtmıştı. “Hayır Helvası” niteliğinde olduğunu düşündüm. Fakat sandığımdan daha derin bir anlamı olduğunu öğrendim. Arkadaşım Farooq, bu dev binanın gün ışığına göre renk değiştirdiğini, bunun nedeninin İmparatorun karısının sürekli olan ruh değişiminin bir yansıması olduğunu anlattı. Ekmekle ne alakası olduğunu anlayamamıştım o an. Meğer Hindistan’da kadınların ruh durumlarına göre tad alma duyuları da güçlü bir değişim gösterirmiş ve o günün ruhuna bağlı olarak, ekmeğin içine koydukları baharatların keskinliği veya yumuşaklığına bakarak kadınları anlamak mümkün olurmuş eşleri tarafından. Kadınları anlamak bu ülkede çok kolay diye düşündüm. Ama bu konunun ekmekle bağlantısını çok sevdim.

Sizinle paylaştığım sadece bu dört deneyim bile ekmeğin somundan ibaret bir öğe olmadığını hissettirmiştir umarım size. Bu eşsiz deneyimler bana ekmekle ilgili çalışmam gerekliliğini zorunlu bir hale dönüştürdü. Araştırmalar reçete toplamaya, düzenlemeye dönüştü. Ekmekle ilgili çok önemli okullarda eğitim almaya zorladı. Hikâyeler akmaya başlayınca onları derlemeye ihtiyaç oldu. Sonunda ülkemin en saygın üniversitelerinden birinde ders vermeye kadar taşıdı. Sanırım bu sefer ekmek için ben TAŞIYICI KÖPRÜ oldum.

Ve işte tahılın uzun yolculuğu burada, soframızda son buluyor. Her dilim, toprağın emeğini, çiftçinin alın terini ve ustaların hünerini taşır. Bu basit görünen yiyecek, insanlık tarihinin sessiz ama en güçlü tanığıdır. O yüzden her lokmada sadece beslenmiyoruz; binlerce yıllık bir yolculuğun, emeğin ve hayatın tadını alıyoruz. Soframızdaki ekmek, geçmişin ve geleceğin bir köprüsü olmaya devam edecek.

Bu yazı toplam 4499 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Dilek ALP Arşivi