Dilek ALP

Dilek ALP

KENT SERİSİ 109: BRÜT METREKARE, NET YALNIZLIKLAR

KENT SERİSİ 109: BRÜT METREKARE, NET YALNIZLIKLAR

Duayen mimar Nevzat Sayın’ın bir yazısına denk geldim ve içinde bulunduğumuz acı tablonun gerçeği ile sarsıldım. Cümlelerinden çok etkilendim. Bugün ki yazının temeli okuduğum bu yazı oldu.

İnsanoğlunun yeryüzündeki serüveni, kendine bir “yer” edinme çabasıyla başlar. Ancak bugün geldiğimiz noktada, o “yer” artık bir yuva değil, bir tapu senedindeki rakamdan ibaret. Mimar Nevzat Sayın’ın o meşhur uyarısı kulaklarımda çınlıyor: Geçmişi olmayanın geleceği olmaz. Bu cümle, sadece tozlu raflardaki bir tarih vurgusu değil; içine sıkıştığımız o beton prizmaların, asansör boşluklarının ve camla hapsettiğimiz balkonların yarattığı “mekânsal hafıza kaybına” dair verilmiş bir acı ilandır.

Biz ne ara evin içindeki huzuru, dışarıdaki sokağın tozundan ayıran o kutsal “eşiği” kaybettik? Eskinin o mütevazı evlerinde “taşlık” dediğimiz alanlar vardı. Ayakkabının dışarıda kaldığı, rüzgârın içeriye buyur edildiği, sokağın gürültüsüyle evin sükûnetinin el sıkıştığı o gri bölgeler... Taşlık, sadece mimari bir detay değil, bir özgürlük alanıydı. Bugün ise apartman dairesinin çelik kapısını açtığımızda, kendimizi ya karanlık bir koridorda ya da doğrudan salonun ortasında buluyoruz. Nevzat Sayın’ın o devrimci sorusu tam da burada duruyor: Asansör dışarıda olsa, o sahanlık bir taşlık vazifesi görse, hayatımız nasıl değişirdi?

Cevap basit ama ürkütücü: Hayatımız insancıllaşırdı. Ama biz, insancıllaşmak yerine “metrekareleşmeyi” seçtik.

Bugün Türkiye’nin, özellikle de balkon kültürüyle nefes alan şehirlerinin en büyük trajedisi “cam balkon” salgınıdır. Bir düşünün; o güzelim balkonları neden odaya katmaya çalışıyoruz? Daha fazla koltuk sığdırmak için mi? Yoksa dış dünyadan, komşunun selamından, yağmurun sesinden korktuğumuz için mi? Dünyayı dışarıda bırakmak adına, nefes alacağımız son boşlukları da betonlaştırıyoruz. Kazandığımızı sandığımız o üç-beş metrekarelik alanlar, aslında ruhumuzdan feragat ettiğimiz parçalardır. Biz, gökyüzünü metrekareye takas eden bir nesiliz.

Bu durumun tek bir faili yok. Ortada kusursuz işleyen, devasa bir suç ortaklığı var.

En başta kamu otoritesi; yaşamın kalitesini, mahallenin dokusunu değil, “emsal” hesabını kutsadığı için suçlu. Bir binanın bir sokağa ne kattığına değil, kaç kat çıkacağına bakan bürokrasi, şehri bir beton tarlasına çevirdi. Yatırımcı ise bu suçun en kâr odaklı ortağı. Onun için ev, içinde bir ömrün geçeceği mahrem bir alan değil; “satılabilir alan” üzerinden hesaplanan bir yatırım aracı. İnsanı değil, brüt ve net arasındaki farkı merkeze koyan bir anlayışla şehirlerimizi parsellediler.

Peki ya mimarlar? Sistemin dayattığı o rasyonalist, ruhsuz kalıplara yaratıcı çözümlerle direnmek yerine, yönetmeliklerin gri koridorlarında kaybolanlar... Mimarın görevi sadece bina dikmek değil, o mekânın ruhunu savunmaktır. Sayın’ın işaret ettiği gibi, mimarlık toplumsal bir uzlaşmadır. Eğer mimar, o sahanlığı bir yaşam alanına dönüştürmek için diretmiyorsa, o da bu sessiz cinayetin bir parçasıdır.

Ancak en büyük sorumluluk belki de bizde, yani “kullanıcıda.” Bizler, daha ferah, daha nefes alan bir hayat talep etmek yerine, daha çok “kapalı alan” için can atıyoruz. Evi alırken “Buradan gün batımı nasıl görünür?” diye değil, “Kaç metrekare?” diye soruyoruz. Kendi zararına olan bir sistemi, büyük bir iştahla ve üstüne bedel ödeyerek talep etmek... İşte Nevzat Sayın’ın “baş döndürücü” bulduğu paradoks tam olarak budur. Biz, kendi hapishanemizin duvarlarını daha kalın örmek için para ödüyoruz.

Şimdi durup düşünme vakti. Kapılarımızı sadece hırsıza karşı değil; gün ışığına, taze havaya ve en önemlisi komşumuzun “merhaba”sına karşı da kapatıyoruz. Bir evin içindeki metrekareler ne kadar artarsa artsın, dışarıyla olan bağı koptuğu anda orası bir mezarlığa dönüşür. Yaşam, eşiklerde başlar. Yaşam, içerisiyle dışarısının birbirine değdiği o ince çizgide filizlenir.

Belki de yeniden “taşlık” diyebileceğimiz o yere, o mütevazı ve dürüst geçiş alanına dönmenin vaktidir. Çünkü biz metrekare hesabıyla kazandığımızı sandığımız o alanlarda aslında en büyük hazinemizi; yani mekânın ruhunu ve geçmişle olan bağımızı kaybediyoruz.

Unutmayalım ki; ruhu olmayan bir evde, geleceği olan bir insan yetişemez.

Bu yazı toplam 104 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Dilek ALP Arşivi