Tuncer Altunbulak

Tuncer Altunbulak

ANNEMİN ROMATİZMALARI

ANNEMİN ROMATİZMALARI

Canım annemin her yanını romatizmalar sarmıştı. Kollarında ve bacaklarında resmen yuvalanmıştı. Hani şair Ahmet Arif, annesini anlatırken “sır gibi saklar annem romatizmalarını” der ya… Köylü kadınlarının canlarına çengel atan hastalıkların en başında romatizma gelir.

Romatizma; şehirlerdeki zengin, sosyete kadınları gibi bir eli yağda bir eli balda yaşayanların yanından bile geçmez. Romatizma kırsal bölge hastalığıdır; bir tür köylü hastalığıdır. Yazın tarlada, tapanda, çapada, ırgatlıkta; kışın karda, tipide hayvanlarının bakımında ömür tüketen insanların hayatını kemiren bir hastalıktır.

Bizim oralarda, yani Kars’ta, Ardahan’da; bebeğini tarlada çapa yaparken ya da harman döverken doğuran yüzlerce kadınımız vardır. Onlara “toprak ana” denilmesinin sebebi de bundandır, bence. Kadınlarımız için en güzel sözü yazar Kemal Tahir söylemiştir: Kadınları toprağa benzetmiştir. İstisnasız bütün kadınlarımız toprak gibi bereketli, toprak kadar saygıdeğer ve toprak gibi doğurgandır.

Sevgili annem altmışından sonra şehre geldi. Biraz rahatlayınca bütün hastalıkları ortaya çıkmaya başladı. En başta da bütün vücudunu saran romatizması… Onca yıl dağda, tepede, tarlada bu merete nasıl dayanmıştı, anlamamıştık. Son zamanlarında kollarını ve bacaklarını hareket ettiremez hâle gelmişti. Son on yılını doktorların bekleme salonlarında geçirdi. Hâlini hatırını soranlara ilk önce romatizmalarını anlatırdı.

Bir annem değil ki… Bu bölgede yaşayan bütün kadınlarımız romatizmadan muzdariptir. Kadın olmak bu ülkede en zor iştir; özellikle de kırsalda kadın olmak çok daha zordur.

Annemin Gebze’deki doktorların çoğu tarafından tanındığını söylesem abartmış olmam. En çok tanıyanlardan biri de Mehmet Kaplan’dı. Mehmet Kaplan’ı tanımayanlar için söyleyeyim: Bir dönem bir partiden milletvekilliği de yapmıştı. En son Mehmet Bey’in muayenehanesine gittiğimizde, her zamanki gibi sıramızı bekliyorduk.

Orta yaşın üstünde bir hanımla tanışmıştı annem. Kadın duldur; eşi on yıl önce vefat etmiş, yedi çocukla ortada kalmıştır. Annem ona, “Kız, keşke bu kadar çocuk yapmasaydın,” deyince kadın büyük bir öfkeyle, isyan eder gibi konuştu:

“Anam, bacım, ben kendi isteğimle mi yaptım? Hangi kadın yedi çocuk doğurmak ister? Kime söz anlatacaksın ki? Eşimin akrabaları oğlan olsun diye başımızın etini yediler. Onlara inat, her defasında da kız oldu. Akrabaları eşime, ‘Yaşlanınca ya da ölünce malına mülküne kim sahip çıkacak?’ diye diye illa bir oğlan çocuğu yapmasını istediler. Mal mülk de ne ki… Biz köyün zenginlerine ırgatlık yapıyorduk. Üç koyun, beş keçi, bir de atımız vardı; bütün zenginliğimiz bundan ibaretti.”

Annem, kadının bu isyankâr tutumu karşısında ağrısını unutmuştu. Kadın yaşadıklarını hiç durmadan, makine gibi anlatıyordu. Sanırım kendisini o güne kadar kimse samimiyetle dinlememişti. Dinleyenler de anlamak istememişti. Çünkü yirmi yılda ne yaşamışsa, ne etmişse hepsini annemin üzerine boca etmişti.

Bu işler böyledir. Özellikle kadınlar, çok önemli nedenlerden dolayı içlerindeki sevgiyi ne yazık ki zamanla kine ve nefrete dönüştürüyorlar. Haksızlıklara, kötülüklere maruz kalmaları; toplumda ikinci sınıf muamele görmeleri kadınları isyankâr ve kinci hâle getiriyor.

Beni en çok şaşırtan şey, kadının eşi ölmemiş gibi, sanki adam karşısında duruyormuşçasına anlatmasıydı. Uzun bir hikâyeydi. Kadın çocuklarını da alıp Gebze’ye gelmiş, uzun yıllar lokantalarda bulaşıkçılık yapmış, kimi yaşlıların bakım işlerini üstlenmiş, çocuklarını büyütmüştü.

Bölgeden söz etmeme bakmayın; sosyete ve zengin kadınlar hariç, bu ülkede yaşayan bütün kadınların sorunları birbirinin aynısı gibidir. Gerçekten insanın ağlayası geliyor. Her yıl bu ülkede beş yüz, altı yüz, hatta bin kadın öldürülüyor. Fikirlerini söylemelerine izin verilmiyor. İşte bu yüzden bu ülkede kadın olmak gerçekten çok zordur.

Boşuna dememişler “Kadının adı yok” diye. Bir yazar, analığını anlatırken şöyle demişti: “Ben onun çocukluğunu bilirim; birlikte çelik çomak oynamıştık,” der ve babasının, kendi yaşındaki arkadaşıyla evlendiğini ironik bir dille anlatır. Böyle yapılan yüz binlerce evlilik vardır bu ülkede. Dul kalmak da başlı başına bir beladır.

İtiraf etmek isterim ki haytalığım yüzünden en çok annem üzülmüştür. Şu lanet olası dilim yüzünden… Ailem içinde hep kötü haber oldum. Kimi delilikle, kimi serserilikle suçladı. Bütün bunlara annem çok üzülmüştür; hâlen de öyledir. Konuştuğum her söz, yaptığım her hareket sorun olmaya devam ediyor.

Sevgili annem kalabalık bir eve gelin gelmiş. İşten güçten rahat bir yemek bile yiyemezmiş. İyi beslenemediği için çok çabuk sütten kesilmişim. Ev halkı bunu bir sorun olarak görünce beni bir keçiye emzirtmişler. Annemi ömür boyu bırakmayan aksiliklerin, huzursuzlukların, sıkıntıların sebebi biraz da gelin geldiği bu evmiş. Bu yüzden dedem, babamı ayırmış; bütün suçu anneme yüklemişler.

Sevgili dostlar, bir annem mi ki? Bu ülkede kabahatli olanların en başında hep kadınlar gelmiyor mu? Ben gözümü açtığımda babamın iki ineği, beş koyunu vardı. Kırk yılda o iki ineği, üç beş koyunu altı edemedi. Bu da yetmedi; bir gün evde şivan koptu. İneklerden biri hastalanmıştı. Ölmesin diye annem günlerce dua etti ama sonunda öldü.

Bütün bunları anlatmak bile insana eziyet ediyor. Üste yok, başta yok… Yoksulluk, garibanlık… Devletten de bir yardım yok. Abartmış olmayayım ama insanlar, ölen hayvanlara ölen insanlardan daha çok ağlardı. Köylüler, hastalanıp ölmedikçe bir koyununu bile kesip yemezdi.

Bu yazı toplam 100 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Tuncer Altunbulak Arşivi