CUMHURİYET’İN ONURLU SUBAYINA VEDA
“Her onurlu Türk subayı 10 Kasım’da ölmeli.”

Bu sözü defalarca duydum babamdan. İlk başta tam olarak anlamamıştım bu cümleyi, biraz düşündüğümde ne kadar derinlikli ve mecazi bir cümle olduğunu kavradım. Ve kader, sanki bu sözü doğrulamak istercesine, onu 10 Kasım 2025 günü aramızdan aldı.
Babam, 95 yıllık şerefli bir ömrün sahibi, hayatta kalan son Kore gazilerinden biriydi. 10 Kasım 1953’te Atatürk’ün Etnografya Müzesi’nden top arabası ile Anıtkabir’e taşındığı o tarihi törende görev alan Türk subaylarındandı. Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve askerlik görevine duyduğu derin bağlılık, hayatının merkezindeydi. O bağlılık, onun kişiliğini şekillendiren en güçlü damar olmuştu.
Disiplin, vakar, sadelik ve zarafet… Babamın yaşamının özeti buydu.
Savaş görmüş bir subay olarak, hayata hiçbir zaman kırgın olmadı. Tanık olduğu tüm acılara rağmen insan sevgisini, merhametini, mizahını korudu. Hayatın içinde hep bir denge, disiplin, hep bir ölçü vardı onda. Savaşın içinden geçmiş, ama barışın dilini hiç bırakmamış bir insandı.
65 yıllık hayat arkadaşıyla kurduğu yuva, huzurun, saygının ve sevginin en güzel örneğiydi. Annemle birlikte yaşadıkları, bir ömür süren dostluk gibiydi. Birbirlerine sessiz bir sadakatle bağlıydılar. Onların evinde sevgi, gösterişsiz ama derin bir biçimde yaşanırdı.
Babam, yalnızca bir asker değildi. Aynı zamanda entelektüel bir sporcuydu. Ordu milli takımında ki futbol hayatı, fanatik Fenerbahçeli oluşu, okuduğu kitaplar, kullandığı gözlük ve saatler, kullandığı traş losyonu, dinlediği müzikler, giyim zevki, annemle yaptığı danslar ve konuşma biçimiyle kendini hep özenli bir şekilde ifade eden salon subayıydı.
Evimizde klasik müzik plakları, tarih kitapları, eski popüler dergiler olurdu. Evin en göz alıcı köşesi daima Atatürk’e ayrılmıştı. Her biri onun bir parçasıydı. Parka bakan camın önünde ki koltuğun yanında Atatürk kitapları, Nutuk ve okuma gözlüğü dururdu. Giyimine gösterdiği titizlik, bir saygı biçimiydi — hem kendine hem çevresine. Onu gören herkes, o eski Cumhuriyet kuşağının terbiyesini hissederdi: ölçülü, saygılı, zarif daima ilkeli.
Çocuklarına olan sevgisi tarifsizdi. Bizleri sadece korumakla kalmadı; düşünmeyi, sorgulamayı, ülkemizi sevmeyi öğretti. Onun için “iyi ve dürüst insan olmak” her şeyin önündeydi. Ne kadar meşgul olursa olsun, kitaplardan, filmlerden, tarihten, müzikten konuşurduk. Kore’den gemiyle ülkesine geri dönerken yanında yegâne getirdiği pikabı, Telefunken marka radyosu, onlarca plakları, makaralı ses kayıt cihazı ve Agfa marka fotoğraf makinasını anlatır ve 50’li yıllarda bu cihazlara sahip olmanın muhteşemliğinden bahsederdi.
Biz onun yanında büyürken yalnızca bir baba değil, bir öğretmen, bir rehber, bir fikir insanı kazandık. Babamın yaşamı, bize insan olmanın, sorumluluk taşımanın ve onurlu yaşamanın anlamını öğretti. O, Cumhuriyet’in yetiştirdiği bir kuşağın temsilcisiydi.
Ve 10 Kasım’da —Atatürk’e duyduğu derin sevginin simge günü olan o tarihte— hayata veda etmesi, bu onurlu hayatın son noktasını kendi sözleriyle koyması gibiydi.
“Her onurlu Türk subayı 10 Kasım’da ölmeli.”
O, bu cümleyi sadece bir temenni olarak değil, bir inanç olarak söylerdi. Onun için görev, vatan sevgisiyle iç içe geçmiş bir yaşam biçimiydi. Atatürk’e duyduğu saygı, yalnızca bir askerî bağlılık değildi; bir vicdan ve değer meselesiydi.
Ve şimdi, o cümle artık bizim ailemizin hafızasında bir vasiyet gibi yankılanıyor. Babam 95 yıllık ömründe çok şey gördü. Savaş, barış, değişen dünya, yozlaşan değerler, terbiyesizleşen siyaset ve biten insanlık… Ama ne olursa olsun, kendinden ve terbiyesinden ödün vermedi.
Onu tanıyan herkes bilir: konuşmalarında bir sakinlik, duruşunda bir güven, gülümsemesinde bir bilgelik vardı. O, sözünü yükseltmeden ağırlık kuran, sessizliğiyle saygı uyandıran bir insandı.
Bugün onu anarken, yalnızca bir babayı değil, bir dönemi, bir kuşağı, bir ideali de uğurluyoruz. Onunla birlikte giden, Cumhuriyet’in ilk yıllarının emeği, sadeliği, inancı… Ama biliyorum ki o değerler bizimle yaşamaya devam edecek. Çünkü babam, yaşarken yalnızca iz bırakmadı; bizlere ve dokunduğu herkese bir yol çizdi.
Mekânın cennet olsun babacığım.
Seninle geçen her an, senin bize öğrettiğin her şey, bizim için birer pusula olacak.
Sen, Atatürk’ü Anıtkabir’e taşıyan o onurlu subaylardan biriydin. Şimdi biz, seni kalbimizde taşıyoruz — aynı onurla, aynı sevgiyle, aynı saygıyla.
Ve senin o sözün, artık bizim de dilimizde:
“Her onurlu Türk subayı 10 Kasım’da ölmeli.”
Kızın, Dilek Alp