Dilek ALP

Dilek ALP

KENT SERİSİ 86: "EKMEK BULAMIYORLARSAN PASTA YE"

KENT SERİSİ 86: "EKMEK BULAMIYORLARSAN PASTA YE"



Bir dilin, bir kültürün belleğinde ekmek ne anlama geliyorsa, o toplumun hayatla kurduğu ilişki de aşağı yukarı öyledir. Bizde kullanılan “ekmek kavgası” deyimi sadece geçim derdini anlatmaz; hayatın ta kendisidir. Fakat bu kavga, sadece bireylerin yaşam mücadelesiyle sınırlı değildir. İnsanlık tarihi boyunca büyük medeniyetler de bir anlamda “ekmek kavgası” vermiş ve çoğu zaman, o kavganın sonucu uygarlığın kaderini belirlemiştir.

Sadece bir somun ekmek medeniyet kurar mı? Ya da yıkar mı? Evet, kurar ve yıkar... İnsanlık, göçebe hayattan yerleşik düzene geçerken ilk yaptığı şey tarım oldu. Buğday, arpa, çavdar gibi tahıllar, sadece toprağı değil, hayatı da yoğurdu. İlk fırınlar kuruldu, ilk tarlalar sürüldü, köyler kuruldu. Sonra şehirler, saraylar, tapınaklar… Ama en başta hep bir “ekmek” vardı. Mezopotamya’dan Mısır’a, Çin’den Anadolu’ya kadar bütün büyük medeniyetlerin ortak özelliği buydu: Buğdayı eken, un öğüten, ekmek pişiren topluluklar, zamanı ve insanı örgütlemeyi öğrendi. Kısaca, uygarlıkların hamuru ekmekle yoğruldu.

Antik Mısır’da firavunların en büyük gücü, halkın tahıl ambarlarını kontrol etmesiydi. Roma’da imparatorlar, halkı yatıştırmak için ekmek dağıtır, ardından “Panem et circenses” yani “ekmek ve seyirlik oyunlar” denilen eğlenceler düzenlerdi. Orta Çağ Avrupa’sında Beyler, fırınları da, değirmenleri de tekel altında tutarak köylüyü kendine bağımlı hâle getirmişti. Osmanlı’da kentlerde ekmek arzı bozulduğunda, halk ayaklanır, fırınlar önünde kuyruklar uzar, devlet acil olarak çarşı pazar kontrolüne yönelirdi. Çünkü bir toplumda ekmek yoksa huzur da olmazdı. Kısaca ekmek, iktidarın her zaman kuvvetli terazisi oldu.

Tarihte birçok isyanın, devrimin ve göçün ardında ekmeğin olmayışı yatar. 1789 Fransız Devrimi’nden önce Paris’te ekmek fiyatları üç katına çıkmıştı. Halk isyan etti, kraliyet yıkıldı. Fransız Kraliçe Marie Antoinette, lüks yaşam tarzı, Versailles Sarayı’ndaki savurganlığı ve halktan kopukluğu ile tanınırdı. Özellikle Fransız halkının kıtlık ve sefalet içinde olduğu bir dönemde, onun aşırı harcamaları büyük tepki toplamıştı. Ona atfedilen "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" ("Qu’ils mangent de la brioche") sözü, tarihsel olarak doğrulanmasa da, onun halktan ne kadar kopuk görüldüğünün tarihsel simgesi haline geldi. 1793 yılında, kocasıyla birlikte "vatana ihanet" suçlamasıyla yargılandı ve halkının önünde giyotinle idam edildi.

Maya uygarlığının çöküşünde bile gıda krizlerinin rolünün büyük olduğu düşünülür. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde market raflarının boşalması, buğday üretimindeki düşüş, halkın sisteme olan güvenini sarstı. Yakın tarihli Arap Bahar’ının kıvılcımı da Tunus'ta bir seyyar satıcının ekmeğini elinden alan düzene karşı kendini yakmasıyla başlamıştı. Modern çağda bile ekmek, hâlâ siyasetin, ekonominin ve toplumun kırılgan noktasıdır.

Modern dünyada “ekmek kavgası”, artık sadece fiziksel güçle değil; zihinle, bilgiyle, diplomayla, sosyal ilişkilerle verilen bir mücadeleye dönüşmüştür. Ancak bu dönüşüm, kavganın doğasını değiştirmez. Hâlâ insanlar, bir iş sahibi olabilmek, emeğinin karşılığını alabilmek ve insanca yaşayabilmek için savaş veriyorlar. Asgari ücret, sosyal güvence, barınma hakkı gibi kavramlar hep bu mücadelenin konularıdır. Bu nedenle “ekmek kavgası” hâlâ güncelliğini koruyan, her dönemin ortak derdi olmaya devam eden bir olgudur.

Edebiyatımızda ve halk anlatılarımızda “ekmek kavgası” çoğu zaman sınıfsal bir bilincin, yoksulluğun ve umudun ifadesi olmuştur. Orhan Kemal’in 1949’da yayımlanan aynı adlı romanı, bu deyimi edebi hafızamıza kazıyan eserlerden biridir. Emekçi sınıfın yaşam mücadelesini, sömürü düzenine karşı var olma çabasını anlatır.

Bugün dünyada yaşanan “ekmek kavgaları”, geçmişteki isyanlardan ya da kıtlıklardan farklı biçimler alsa da özünde aynı sorunu taşır: Adaletsiz dağılım ve kırılgan üretim sistemleri. Bu çağda bir ekmeğin fiyatı; yalnızca buğdayın maliyetine değil, dövize, enerjiye, politik istikrara ve iklim krizine bağlıdır.

Örneğin, 2022 yılında başlayan Ukrayna-Rusya savaşı, sadece iki ülke arasındaki bir çatışma değil, aynı zamanda dünya buğday piyasasını derinden sarsan bir ekmek savaşıydı. Ukrayna, dünyanın en büyük buğday ihracatçılarından biridir. Ancak limanları kapandığında, özellikle Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde ekmek fiyatları hızla yükseldi. Lübnan, Mısır, Tunus gibi ülkelerde fırınların önünde kuyruklar uzadı, bazı yerlerde sosyal patlamalar yaşandı. Çünkü bu ülkeler sofralarını başka ülkelerin buğdayına borçluydu.

İklim değişikliği, günümüzün görünmez ama en büyük fırın düşmanıdır. Kuraklık, sel, don, yangın gibi hava olayları tarımsal üretimi her yıl daha da zorlaştırıyor. Hindistan, Çin, ABD gibi dev tahıl üreticileri bile bu tehdide karşı kırılgan. 2023’te Hindistan, aşırı sıcaklar yüzünden buğday ihracatını kısıtladı. Oysa milyonlarca insan Hindistan buğdayıyla doyuyordu.

Türkiye’de de tablo farklı değil. Ekmek hâlâ en temel gıda maddesi. Ama artan maliyetler (mazot, gübre, elektrik, un, maya) nedeniyle fırıncılar her ay yeniden fiyat hesaplıyor. Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir aile için ekmek artık “alınabilirlik” sınırını aşmış durumda. Medyada her zam, her kuyruk, her fırın önü kavgası gündem oluyor. Çünkü insanlar biliyor: Ekmek pahalanıyorsa, hayat daha da zorlaşıyor..

Ayrıca, göç ve kentleşme de ekmek meselesinin yeni cephelerini açıyor. Milyonlarca insan, kırsaldan kente taşınıyor ama aynı oranda gıda üretimi artmıyor. Tarım toprakları azalırken beton artıyor. Tüketim çoğalıyor, üretim azalıyor. Böyle bir denklemde ekmek, sadece bir gıda değil, aynı zamanda sosyoekonomik çöküşün erken uyarı sinyalidir. Bugünün dünyasında artık ekmek; tarım politikalarının, dış ticaret anlaşmalarının, enerji krizlerinin ve iklim stratejilerinin tam merkezinde duruyor. Bir somun ekmeğin kaderi, Brüksel’deki bir zirvede, Moskova’daki bir ambargoda, Kahire’deki bir ayakta kalma çabasında ya da Ankara’daki bir fırıncının sabah hesap defterinde belirleniyor.

Ve bu gerçek bize şunu hatırlatıyor: Mesele hiçbir zaman yalnızca bir somun ekmek değil; onun ardındaki alın teri, üretim zinciri, devlet politikaları, küresel krizler ve en önemlisi, insanların sofrasındaki huzurdur. O, hayatın ve adaletin sınavıdır. Paylaşılan zam haberleri, artan fırın kuyrukları ve yoksulluğun görsel belgeleri bize o eski sözü yeniden hatırlatıyor: Ekmek bulamayanların pastaya yönelmesi artık sadece Fransız Devrimi’nin değil, günümüzün de acı ironisidir.

Bugün dünyada yaşanan “ekmek kavgaları”, geçmişteki isyanlardan ya da kıtlıklardan farklı biçimler alsa da özünde aynı sorunu taşır: Adaletsiz dağılım ve kırılgan üretim sistemleri. Bu çağda bir ekmeğin fiyatı; yalnızca buğdayın maliyetine değil, dövize, enerjiye, politik istikrara ve iklim krizine bağlıdır.

Bütün uygarlıklar; ekmeği üretme, bölüşme ve koruyabilme yeteneğiyle gelişir. Ekmek varsa adalet, huzur ve umut da vardır. Ama o ekmek bir gün eksilirse, tarih göstermiştir ki sadece sofralar değil, tahtlar da sarsılır. Ve bu, binlerce yıl önce toprağa atılan ilk buğday tanesinden bu yana hiç dinmedi. Dinmeyecek de..

NOT:
İnsanca çalışma koşulları, eşitlik ve hak mücadelesi için emek veren tüm işçilerin, emekçilerin ve üreten ellerin bayramı kutlu olsun. Birlik ve dayanışmanın ışığında, emeğin hak ettiği değeri gördüğü bir gelecek dileğiyle...
Yaşasın 1 Mayıs!

Bu yazı toplam 3315 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Dilek ALP Arşivi