Dilek ALP

Dilek ALP

DÖRT ADIMDA İNSAN SARRAFI OLAMAMA…

DÖRT ADIMDA İNSAN SARRAFI OLAMAMA…

Birinin hayatının neresinde olduğumu çözemediğim zaman,
hiçbir yerinde olmamayı tercih ederim.
Çünkü belirsizlik,
en büyük değersizliktir.

Audrey HEPBURN

Bana göre dünyanın en zarif insanlarından birinin bu sözü ile giriş yapmak istedim. Bu sözü kalbinize not düşün, dursun orada…

Hafta sonu “ günümüzde sevgi, saygı ve aşk ifadeleri nasıl algılanıyor?” üzerine uzun bir sohbet yaşadık sosyolog bir arkadaşım ile. Ne kadar sığ bir dönemden geçtiğimizi tartıştık, biraz da hayıflanarak, ilişki uzmanı değiliz elbet ama ikimizin de toplumsal çalışma deneyimleri fazla olduğu için derinlemesine konuşma hakkı bulduk kendimizde. “Yürekten sevgi” mutsuzluk hali sızlanmalarının dışında kimsenin pek de umuru değil ama ciddi bir boşluk halindeyiz belli ki. Benim “uzayda salınmak” diye bir benzetmem vardır, bir sağa bir sola salınıp sonra yavaşlayarak durma hali... İstemsiz ve düşünmeden olur tüm bunlar… Bana göre dışarıdan izlediğim çoğu kişi lineer olarak salınıyor ve ruhen fena halde daralıyor. Yüz ifadelerine bakın kişilerin, keskin çizgiler ortaya çıkmış ve kaşlar doğal olarak çatık. Donuk bakışlı gözler, korkutuyor. Uzun cümleler kurulmuyor diyaloglarda, kurulanlara ise dinlemeye sabır yok. Yalnızken sıkılıyor, yanındayken bunalıyor. Mümkünse mesajlaşarak diyaloglar, dile gelmese de tercih sebebi. Az ve kısaltılmış kelimeler, bol duygu yüklü kalpli emojiler!.

Kendini bir türlü oyalayamayan mutsuzlar kabilesi haline döndük vesselam. Sıkıldıkça olur olmaz şeylere sarıyor ve huzursuzluğumuzu bulaştırıyoruz etrafımıza. Enerji düşüklüğü değil bu, duygusal bir kibir içindeyiz, birazcık özgüvensizlik üzerine eklenince korkuya da yol açıyor... Sevmekten ziyade sevilmekten, nazik davranmaktan, ilgi görmekten hatta hal hatır sormaktan deli gibi korkuyoruz. Aslında her şeyden o kadar hızlı vazgeçilebilen bir dönemdeyiz ki, insanlar daha ağrıyı hissedemeden terk ediyorlar o acıyı. İşte kendimce basit bu tezim, insanca tüm duyguların kaybolduğunu işaret ediyor. Sanıyoruz ki hayat devam ediyor, hayır kandırmayalım kendimizi, hayat bu şekilde tükeniyor sadece. Hayatın o anını layık olduğu gibi yaşayamadan finale koşmaya çalışıyoruz. 100 lü yaşlarında kaybettiğimiz büyük anneyi düşünürüm sık sık, sakin, etrafına verimli, uyumlu ve mutlu yaşamayı nasıl da becerdi, fiziksel değil ruhsal olarak kendini nasıl dinamik tuttu diye. O kadar yoğun uğraşılı tempoya rağmen bazen çok amaçsız ve boş hissedebilen, yüzü asla gülmeyen insanlardan bahsediyorum. Gülüyorsa bile göz bebeklerinden değil de histerik cinsinden bir gülüş. Demek ki ana sorunumuz hayatımıza dâhil ettiğimiz, size düşünme fırsatı bile vermeyen, nefes aldırmayan onlarca iş değil sizi meşgul tutarken ruhunuzu doyuran her küçük detay bizleri mutlu ediyor. Görüntüsü ile değil, ruhu ile girdiği her ortamı büyüleyen insanlar size huzur veriyor. Anılarınızda sizi gülümsetebilen kişiler yüreğinize dokunabiliyor. Belki onun için Audrey HEPBURN ile giriş yapmak istedim. Zihnimizde canlanan fotoğrafı hep mutluluk saçan bir ışıltı olduğu için.

Yıllardır Değirmendere sahil duvarına oturup gelip geçen insanları izlerim. Bu bence en anlamlı
“Dört adımda nasıl insan sarrafı olunamaz?” eğitimi gibi bir şey…
1. İnsanları derinlemesine tarafsızca uzun uzun izlersin.
2. Onunla ilgili kafanda belirli bir fikre sahip olursun. 
3. Davranışlarını ve güvenilirliğini test edip, not alırsın.
4. Yine yanıldığını anlar, hayal kırıklığı ile yeniden insanları izlemeye devam edersin…

Aslında yaşadığımız döngü bu sanırım. Dönen çarkın arasına bir kalem sokup, sistemi durdurmak mümkün. Ama yeni bir şey için rahatımızı neden bozalım şimdi.  Ahh bu atalet…

Karşımdaki donuk, tepkisiz ya da hırçın insanları omuzlarından tutup sarsmak istiyorum; “ Belli ki hiç sevilmemişsiniz, gerçek anlamda sevmenin ne olduğunu da bilmiyorsunuz, kimse size tüm hücreleriyle sarılmamış, enerji kaynağınız mitokondride (hücrelerin enerji merkezi) ciddi sıkıntı var, muhtemel karşınızdakinin gözlerine bakarak konuşamıyorsunuz, biri yanınıza biraz fazla yaklaştığında boncuk boncuk ter atıyorsunuz, sevgi ile alakalı her kelime sizde "aranıyor" kafası yaratıyor, aşk geçen cümle ise "tahrik" unsuru, cinsiyetçilikten ölüyorsunuz... Kendini cesurca ifade edebilen sakin insanlar da tehlike olarak mimleniyor hayatınızda... Ne kadar
KENDİNİZLE MUTSUZSUNUZ..." diye yüzlerine haykırarak.

Aman sakın kitap, gazete okumayın, yemek yapmayın, farklı müzikler dinlemeyin, dans etmeyin, sarılmayın, diğer dünyaları merak etmeyin, kültürleri araştırmayın, yazı yazmayı denemeyin, uzun diye yazıları okumayın, sıkılın hep sıkılın, konuşacak konu üretemeyin, insan tanımaya çalışmayın, uğraşacak bir yetenek geliştirmeyin, televizyona kilitlenin, sosyal medyaya sarılın, oradan yürüttüğünüz diyalogların ilişki olduğunu sanın ve mutlu olun, ilişkilerinizi orada başlatıp sesini hiç duymadan-yüzünü görmeden orada bitirin, kendi duygularınızı düşünmeyin, hatta hiç düşünmeyin zahmet etmeyin, korkun, her şeyden korkun adım atmayın, ataletin pençesinde kavrulun yok olun. Sanırım tam da istediğimiz bu...

Bunu yazmamda ki neden; çok uzak değil 2000'li yılların başına ait günlük notlarıma baktığımda hayata tutunuş hallerimizin farklılığını gördüm. Gazetelerden köşe yazılarına takıldı aklım. Nelerden mutlu olduğumuz, neleri özlediğimize dair insani notlar almışım. Bu cümlelerim ahkâm kesme değil tam tersine
KAYBETTİKLERİMİZE İSYAN HALİ…

Her anlamda nerelerdeyiz, ne kadar büyük bir baskı hissediyoruz, çoğu zaman köşeye sıkışmış hallerimiz, insani yozlaşmaların içinde silik ruhumuz, her şeyden sıkkınlık ve hayatı anlamsız bulma hissi, görünmeyen parasızlık ve kuyruğu dik tutuş zorunluluğu, nereye gittiğimizin farkında değilken bunun için çaba harcamama, hayal kuramama, güvensizliğin paranoyak hale dönüşü, değer bilmeme, egoların erişilemez noktalara fırlaması, küstahlıkta sınır tanımaz haller, özensiz, sorumsuz, şımarık ve pervasız davrandığımız konular vs..

Sade bir dünyalı olarak ülkenin dış borcu, anayasa değişiklikleri, politika oyunları, diplomatik rezaletler, siyasi çirkin üslup taşıyan tehditlerle yaşamak değil benim asli sorumluluğum, bunları düzene sokmak için seçilmiş ve bunun için maaş alan sürüyle insan varken...

Ben, evimin hayali kuran, acaba bugün hangi yemeği denesem karmaşası taşıyan, yeni yıkanmış çamaşırları asarken mis gibi taze temizlik kokusunda gülümseyen, saksıda yetiştirdiğim menekşelerin tomurcuklarını sempatiyle okşayan, her sabah kapıma gelen kediye sütlü ekmeğini vermenin dünyanın en büyük sorumluluğu olduğunu sanan, koltuğun içine gömülmüş kahvesini yudumlarken dün okuduğu şiiri düşünecek sadelikte, kurşun kalemlerimle birinci sınıf hamur kâğıtlarına desenler çizen, sevdiklerimin sıkıntılarını çözdüğümde tanrıça Athena gücünde, yeni okuduğum kitabımı oğlumla tartışabilecek dinginlikte, hoşuma giden müziği duyduğumda kendimi o dalga boyuna bıraktığım, deniz kabukları ve taşları koleksiyonum için topladığımda bile onları doğal ortamından ayırdığım için vicdan azabı çeken, çakma bir uzaylı olmak isterdim. Yaşadığım dünyadan haberdar fakat iş bölümünde üzerime düşen kadar sorumlu... Daha fazlası değil. Kendime ayırdığım özel vakitte bile vicdan azabı çekmediğim...

Artık, yaşadığım, hissettiğim ve anlatılanlar çok farklı geliyor gerçeklerden. Nezaketi savunanlardan en büyük kabalıkları, dürüstlük naraları atanlardan en acımasız yalanları, sadakat vaazı verenlerden en büyük aldatılmaları, sorumluluk çığırtkanlarından sorumsuzluğun dibini görüyoruz. Herkes kendine dürüst, herkes kendine sevgili özetle. Ruhsal hesap-kitap yapmaktan yaşamaya vakit kalmadı. Adımlar, hareketler ve sözler tartılıp biçiliyor ki baş belası bir durumla karşılaşmamak için... Hayat dene ve yanıl çizgisi arasında gidip geliyor ya tutarsa misali. Tuttu diyelim, onunla ne yapacağını bile bilemez haldeyiz.

Kesinlikle inandığım ve uyguladığım, Hintlilerin hayata dair 4 kuralı var;

1. Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz.

2. Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, yaşadığımız tek bir adımı dahi değiştiremez.

3. İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar ve biter.

4. Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir.

Bu neden sürekli benim başıma geliyor?” diyenlerdenseniz eğer inan ki bu ders, sen öğrenene dek sonsuza kadar devam edip duracak. Elinden kayıp gidenler sadece somut değerler değil bu zaman içerisinde, duygularına paha biçilecek, dibek taşında öğütülecek, posası fırlatılıp atılacak. Onun için dedim ya, her yaşadığına bir mazeret buluyorsan, ya SEVGİSİZLİKTEN ya da hiç SEVİLMEDEN ÖLÜYORSUN...

Bu yazı toplam 6898 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Dilek ALP Arşivi