KÖMÜR KARASI BAHTLAR

KÖMÜR KARASI BAHTLAR

 

Soma faciasından bir hafta önce Paris’e gitmiştim. Osmanlı Devletini ve bütün dünyayı iki yüzyıl boyunca etkilemiş bir medeniyetin merkeziydi, Paris. Bugün farkında olmasak da, hukuktan sosyal hayatımıza, dilimizden coğrafyamıza birçok alanda devletimizi etkileyen Fransa’nın başkenti…

Giderken pek heyecan duymasam da, ünlü birçok yerini gezdikçe, şehri dolaştıkça imrendim, açıkçası. Çünkü yüzyıllar öncesinden, şehrin altında ve üstünde öyle bir düzen kurmuşlar ki, bugün yaşayanların hiçbir şey yapmasına gerek kalmamış. Koca bir şehrin bütünü, eskilerin deyimiyle mamur ve tertemiz. Geniş ve düzgün kaldırımlarda yürümekten zevk alıyorsunuz. Binaların hepsi taştan, sanki kıyamete dek, yıkılmayacaklar gibi sapsağlam duruyor. Bir o kadar da estetik ve zarifler. Her bir binanın güzelliğine bakmaktan boynunuz ağrıyabilir. Ağaçlar bakımlı, parklar cennet bahçesi gibi. Ünlü müzeleri, operaları, sarayları, kiliseleri başlı başına ele alınacak konular.

Sizi rahatsız edecek, hiçbir şeye rastlamıyorsunuz. Ne yüksek sesle konuşan insanlar var, ne korna sesleri duyuyorsunuz. Trafik sessiz, saygılı bir şekilde akıp gidiyor. Herkes kibar ve birbirine saygılı.

III. Ahmet döneminde ilk Avrupa sefirimiz Yirmi sekiz Mehmet Çelebi, on bir ay kaldığı Paris’i, Sefaretname adlı eserinde anlata anlata bitiremez. Lale Devrinin başlamasına da ön ayak olur. İstanbul’da gördüğümüz çoğu güzel tarihi binalar da o dönemden sonra yapılır. O zamanlar, Osmanlı Devleti dünyanın hala en büyük devleti ve sefirimiz Yirmi sekiz Mehmet Çelebi, Fransız Kral’ı tarafından şaşalı bir şekilde karşılanır. Onlar öyle karşılasa da, Mehmet Çelebi fark eder ki, Avrupa, Osmanlı Devletini birçok alanda çoktan geçmek üzere.

Sonrasını hepimiz biliriz, çöküş, parçalanış, Osmanlı Devleti yok olmak üzere derken, Kurtuluş savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti… Aradan 91 yıl geçmiş ve bugünkü halimiz.

Paris’te gezerken ister istemez kıyaslamalar yapıyorum: Türkiye’nin bir türlü bitmek bilmeyen karmaşası, ölen çocukları, kadınları, işçileri, birbirine tahammülü kalmayan insanları, trafik cinayetleri, hukuk skandalları, eğitim perişanlığı…. Saymakla bitmez sorunları aklıma geliyor.

Batının kendi vatandaşına verdiği değeri, her hizmet alanında fark ediyorum ve bizlerin devletimiz nazarındaki değersizliği, daha bir canımı acıtıyor. Ama yine de onların birbirine duyduğu saygının huzurundan ben de faydalanıyorum ve mutlu bir şekilde Türkiye’ye dönüyorum.

  Döner dönmez Soma Faciasını öğreniyorum. Bütün televizyonlar, internet siteleri, her yer ve herkes depresyonda, kızgın, öfkeli…

Değeri kömürden daha az 301 can, bahtı kömürden kara 301 insan… Bu geri kalmışlıktan, para hırsıyla dolmuş ülkemden, fakir ve çaresiz vatandaşına sahip çıkmak yerine, para üstüne para kazanmak için insan değerini hiçe sayanlardan yana davranan, devletimin görevlilerinden utandıkça utanıyorum.

Kızıyorum; top yekûn hepimize kızıyorum. Sıra bizlere gelene kadar haksızlıkları umursamaz tavırlarımıza; “bana bir şey olmasın da, gerisi önemli değil” diyen anlayışımıza; hakkı, doğruyu fanatik siyasi görüşlerimize kurban verişimize; toplumlar hak ettiği gibi yönetilir, sözünü doğrulayan yaşam anlayışımıza çok kızıyorum.

Soma Faciası üzerinden yaklaşık 20 gün geçti. Hem çok acı ve hem de Türkiye adına utanç verici bir olay olmasına rağmen ne çabuk unuttuk değil mi?

Oysa Batı, ne acılarını ne de zaferlerini hiç unutmuyor, unutturmuyor. Resmine, heykeline, edebiyatına, hukukuna kısaca, her türlü toplumsal aracına yaşadıklarını yansıtıyor. Acılarından mutlaka ders çıkarıyor. Bizler ise, bir dahaki sefere aynısını yaşamak üzere unutuyoruz, bilerek unutturuluyoruz.

Sizi bilmem ama keşke, unutmamak ve unutturmamak için Soma’da ölen işçilerimize ‘saygı’ ya da ‘özür’ temalı bir anıt yapsalar, diye geçiriyorum, içimden. Belki bir devlet görevlisi, belki bir sözü geçer akil adam, teklif eder diye hala bekliyorum, ancak böyle bir teklif şimdiye kadar duymadım.

 Siz duydunuz mu?

 

 

 

 

Bu yazı toplam 53 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi