Yılmaz Güney’e Neden Saldırıyorlar?
Sanki pimi çekilmiş bir bomba gibi, alarmı kurulmuş bir saat gibi... Dönem dönem, belli odaklar Yılmaz Güney’e basın yoluyla saldırıyor. Bu saldırılar rastlantı değil; belli bir ideolojik refleksin, tarihsel bir korkunun dışavurumu. Çünkü Yılmaz Güney yalnızca bir sinemacı değil; halkın sesi, ezilenlerin hikâyesi, adaletin ve eşitliğin sinemadaki karşılığıdır.
Ayrıca Yılmaz Güney yalnızca sinemacı değildi. Aynı zamanda bir edebiyatçı, bir siyaset insanıydı. Öyküleri, politik değerlendirmeleri, senaryoları vardı. Fakat sinema onun için yalnızca bir sanat değil, bir mücadele aracıydı. Eşit, özgür ve adil bir dünya kurma hayalini sinema üzerinden anlatmayı seçti. İşte bugün ona saldıranların esas derdi budur: O hayalin hâlâ halkın belleğinde yaşıyor olması.
Yılmaz Güney’e saldırmak yalnızca bir sinemacıyı hedef almak değildir. Bu saldırılar belleğe, direnişe, eşitlik talebine ve halkın vicdanına yöneliktir. Çünkü Güney yalnızca filmler yapan biri değil; Türkiye’nin en karanlık dönemlerinde bile halkın hikâyesini anlatmaktan vazgeçmeyen bir anlatıcıydı. Onun sineması yalnızca estetik bir tercih değil; politik bir duruştu.
Bugün hâlâ, belli aralıklarla medyada, sosyal platformlarda, köşe yazılarında Yılmaz Güney’e yönelik saldırılar yeniden sahneye konuyor. Bu saldırılar bazen onun politik kimliği üzerinden, bazen kişisel yaşamı üzerinden, bazen de sinemasal tercihleri üzerinden yürütülüyor. Ama hepsinin ortak noktası, onun temsil ettiği değerleri itibarsızlaştırma çabasıdır.
***
1982 Cannes Film Festivali’nde kapalı zarf açıldığında salonda yankılanan isim, o zamana dek uluslararası çevrelerin pek tanımadığı bir sinemacıydı: Yılmaz Güney. “Yol” filmi, Costa Gavras’ın “Kayıp” filmiyle birlikte Altın Palmiye’yi kazandı. Bu ödül, Türkiye sineması adına o güne dek elde edilmiş en büyük başarıydı. Eşi Fatoş Güney’in anlattığına göre, o gün kürsüde sağ yumruğunu kaldırarak kutlayan Güney’in ödül töreninden ayrılırken cebinde taksiye verecek parası bile yoktu.
Film, 1983’te Fransa’da Eleştirmenler Ödülü’nü de aldı. Ancak Türkiye’de gösterilmesi tam on yedi yıl sürdü. Fatoş Güney’in büyük çabalarıyla İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu’nda yapılan gösterimde salon tıklım tıklım doldu; sekiz bin kişi filmi izlemeye geldi. Bu, halkın Yılmaz Güney’e duyduğu sevginin ve bağlılığın sessiz ama görkemli bir haykırışıydı.
Tarık Akan, Güney’in cezaevi yıllarını anlatırken onun mide sancılarıyla kıvrandığını, ameliyat tekliflerini reddettiğini ve “Ameliyat masasında bırakırlar beni” dediğini aktarır. Cezaevinden cezaevine sürüklenen Güney, her gidişte biraz daha parçalanır. Ve sonunda Paris’te mide kanserine yenik düşer.
***
“Umut” filminin son sahnesi hâlâ hafızamdadır. Azem, burjuva bataklığından çıkamayacağını anladığı Cemil’in yanından ayrılırken, burjuvaziyi temsil eden Ahu ona bir tokat atar ve “Şimdi gidebilirsiniz” der. Azem ise yumruğunu sıkar, gülümser ve “Bu tokadın hesabını bir gün mutlaka soracağız” der.
Bugün de Yılmaz Güney’i “sağ”lı, “sol”lu tokatlarla itibarsızlaştırmak isteyenler var. Biliyorum ki geçmişte olduğu gibi gelecekte de hesabı zaman soracak. Onların isimleri tarihin karanlığına gömülürken, Yılmaz Güney ölümünden yüzyıl sonra bile hatırlanıp anılacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.