ELBET BİR GÜN…

ELBET BİR GÜN…

 

Şiddet; güç, zorlama ve baskı yoluyla bedensel ya da ruhsal zarara neden olan söz, yaklaşım, tutum ve hareketlerin tümü, olarak tanımlanıyor. Kısaca, şiddetin fiziksel olduğu kadar psikolojik boyutu da var.

 

Şiddetin her türü, insanoğlunun varoluşundan bu yana uygulanan bir olgu. Tarihin eski çağlarında güçlünün güçsüze şiddeti normal karşılanıp kabul görmüş. Günlük yaşamlarda dahi şiddet alışıldık ve meşru bir hale gelmiş.

 Ancak, daha sonraları insanların hak aramaya başlamalarıyla, şiddete şiddetle karşılık verilir olmuş. Bu durum, savaşları, terörizmi, anarşiyi de besleyip büyütmüş

Daha sonraları Avrupa’da başlayan parlamenter yapıların yüceltilmesi, siyasal, hukuksal, sosyal değişimler; insan hakları, özgürlük, eşitlik gibi kavramlarla gerek psikolojik gerekse fiziksel şiddetin önüne geçilmeye çalışılmış, düşünürler bol bol fikirler üretmiş, bu uğurda birçok insan da canından olmuş.

Bugün gelinen nokta da, batı dünyası en azından kendi vatandaşları noktasında haksızlığın ve şiddetin önüne mümkün olduğunca geçmeyi başarmışken, maalesef doğu dünyası bu konuda çok da ilerleme kaydedememiş.

 

Yetmişli yıllara rastlayan çocukluğumdan bu yana daha mutlu bir Türkiye ve İslam dünyası umutlarını taşıyarak yaşadım. Tarihe olan merakımdan dolayı onlarca tarih içerikli kitap okudum. Onları okurken elimde olmadan hep yaşadığım zamanlarla kıyasladım. Ve ne acı ki; kişiler, olaylar, mekânlar değişmiş ama demokratikleşmede, zenginleşmede, problemleri çözmede ve hakkımızı aramada kullandığımız yöntemler hiç değişmemiş. Hatta üzerine bir de utanmazlık eklenmiş.

 

Şiddet, ister psikolojik( fiziksel şiddetlerimiz maşallah öylesine bol ki, psikolojik olanında bahsetmek çok yersiz kaçıyor. Oysa bana göre en az fiziksel şiddet kadar yıkıcıdır ve etkileri uzun sürelidir) ister fiziksel olsun, aile içinden tutun da, okullarda, sokaklarda, kurumlarda, siyasi ve politik yapılanmalarda gayet normal bir davranış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

İster devletler düzeyinde, ister gruplar düzeyinde isterse bireysel düzeyde, büyük bir çoğunluğumuzun sorunları çözmek, hakları aramak için bildiği tek yöntem, ŞİDDET. Sanki şiddete başvurmadan mutlu olamıyoruz, hatta var olamıyoruz. Maalesef bizim zihniyetimizde şiddet bir ‘varlık’ nedeni olarak kodlanmış gibi. Gündelik yaşamlarımızda dahi, hem düzen kurmada hem de hak aramada kullandığımız en kestirme yöntem. Üstelik ‘babadan oğula’ geçen geleneksel, meşru görülen toplumsal bir öğreti. Hal böyle olunca, hukukta şiddetin suç sayılması da, şiddeti engelleyemiyor. Demek ki asıl sorun toplumsal zihniyetimizde.

 

Hangi etnik kökenden, hangi inanç sisteminden gelirsek gelelim, hangi eğitim aşamasından geçersek geçelim, hangi ekonomik düzeyde olursak olalım, durum değişmiyor. Sadece güçlerin yer değiştirmesiyle, şiddeti yaptıranlar, yapanlar ve bu şiddetten zarar görenler değişiyor.

 

Bütün bu karamsar düşüncelerime rağmen, bir insan ya da grup haksızlığa uğradığını düşünüyorsa, dik duruşunu, mücadelesini hem gerekli hem de kutsal buluyorum. Çünkü korku kültürünün yaygın olduğu toplumlarda hak için mücadele etmek, cesaret ve kendine güven işidir. Ayrıca bu şartlarda verilen mücadelenin kıymeti de, o topluma kazandıracakları bakımından oldukça değerlidir. Bu nedenlerle, mücadele haktır ve kutsaldır. Ancak, içine her hangi bir şekilde şiddet giren hak arayışlarını asla zekice ve insanca bulmuyorum. Bir başkalarına acı vererek onları zarara uğratarak kendi zararını ve hakkını tanzime uğraşmak şiddeti körüklemekten başka bir işe yaramıyor.

 

Sorunları çözmek için daha bilgece, daha zekice çözüm arayışlarına giren devlet ve kurum yöneticilerine, siyasilere, gruplara, sivil toplum örgütlerine, anne-babalara ihtiyacımız var.(Okulları katmıyorum çünkü eğitim kurumları yöneticileriyle, öğretmenleriyle sistemin ve toplumun yansımasından daha fazla bir şey değildir. Bazı öğretmenlerin bireysel çabaları da pek bir şey ifade etmez.)

 

Muhakkak, şiddetin dilin reddeden hukukun, adaletin, sevginin dilini konuşan insanlar da var, bu büyük coğrafyada. Fakat şiddetin gürültüsü o kadar çok, yarattığı korku ve öfke öylesine büyük ki, şiddetin koyu karanlık rengi bütün güzelliklerin üstünü örtüyor. Bu şiddet ortamından kazançlı çıkanlar hariç, gerisi kaybediyor.

 

Bu toprakların kaderi olabilir mi bilmiyorum ama onca can, yaşamın değerini anlayamadan, hayatın güzelliklerinin farkına varamadan ya ölüp gidiyor ya solup gidiyor. Geriye kalanlar ise nefes alıp karnını doyurabildiğine şükrediyor, bunun adına da yaşamak deniyor(!)

 

 

Zor zamanlarımıza rağmen Türkiye’de yaşadığımız ve bu ülkenin evladı olduğumuz için mutluyum. Ve inanıyorum ki, Ortadoğu karanlığını aydınlığa dönüştürecek, hukukun üstünlüğünü daim kılacak, insana, doğaya saygıyı birinci kural yapan zihniyetleri yerleştiren, yine de bu ülke olacak, bizim çocuklarımız olacak, elbet bir gün…

Bu yazı toplam 77 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi