Bazı romanlar vardır, okurunu sadece bir hikâyeye değil, bir hafıza defterine davet eder. Devrim Koçak’ın anlatı evreni tam da böyle bir çağrıdır: unutulanı hatırlatan, hatırlananı sorgulatan, sessizleri konuşturan bir edebi çağrı.
Devrim Koçak, ilk romanı ‘’Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler’’ ile edebiyat dünyasına sessiz ama derin bir adım atmıştı. Şimdi ise ikinci romanı ‘’Yağmurdan Sonra Bahardan Önce’’ ile okurunu yeniden Ankara’nın sokaklarına, hafızanın kuytularına ve vicdanın kıyılarına davet ediyor.
10 Ekim Ankara Katliamı, edebiyatta çoğunlukla ölenler üzerinden anılırken, Koçak bu kez patlamada hayatta kalanları merkeze alıyor. İnci karakteri, “Mutsuzluk bir veda gibi yayılıyor” cümlesiyle yalnızca bir ruh hâlini değil, bir kuşağın travmasını da taşıyor. Cesetlerin üzerine yağdığı bir günde hayatta kalmak, yaşamakla yaşayamamak arasındaki o ince çizgide salınmak… Koçak, İnci’nin ruhsal çözülüşüyle bu çizgiyi görünür kılıyor.
Romandaki ana karakterlerden biri de Suphi; annesinin eteği altında büyümüş, muhasebeci, iyi turşu kurmak ve incecik sarma yapmakla övünen sıradan bir adam. İnci ise sıra dışı, meraklı ve güçlü. Suphi’nin sıradan hayatı İnci ile birlikte değişiyor. Tıpkı Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler’deki Cemal ve Hatice gibi. Koçak, yine pasif bir erkek karakterin hayatına aktif bir kadın karakterle müdahale ediyor. Bu tercih, erkek egemen toplumda kadının dönüştürücü gücüne bir selam gibi duruyor.
Romanın mekânı Ankara. Ama bu Ankara, haritada bir şehir değil; adeta bir karakter gibi soluk alıp veren, geçmişiyle bugünü birbirine bağlayan bir şehir. Devrim Koçak, Ankara’yı sadece anlatmıyor; yaşatıyor. Koçak’ın betimlemeleri, mekânın taşını, toprağını değil; zamanın ruhunu, insanın içini, geçmişin izini taşıyor. Sanki o bulvardan kalkan otobüse binip Suphi’nin yanına oturuyoruz. Camdan dışarı bakarken, bir kenti sokak sokak, cadde cadde geziyoruz.
Yurt Apartmanı, Suphi’nin çocukluğu, annesi, anıları… ama aynı zamanda yaşadığımız ülkenin bir yansıması. Kentsel dönüşümle yıkılmak istenen bu bina, geçmişi silip yerine beton dökmek isteyenlerin dünyasında ayakta kalmaya çalışan bir ülkeye benziyor. Belki de Koçak, “Yurt” ismini bir metafor olarak kullanıyor. Bir yanda anılarına, köklerine sahip çıkan Suphi’ler; diğer yanda kâr hesabıyla hareket eden müteahhitler, bankacılar, miras bekleyenler ve “seninleyiz” deyip çıkarları değişince saf değiştirenler…
Koçak, iki romanında da tarihsel geçişleri ustalıkla kullanıyor. 12 Eylül öncesi ve sonrası, yakın Türkiye tarihi, sokağa çıkma yasakları, bombalı saldırılar, mülteci hikâyeleri… Hepsi bir arada ama dağınık değil. Suphi’nin babası Macit ve annesi Seher üzerinden geçmişe yapılan yolculuk, duygusal bir yoğunlukla bugünün karanlığına ışık tutuyor. Suriyeli çocuk Muhammed ve annesinin gizlice yaşadığı kapıcı dairesi ile kız kardeşi Meryem’in başına gelenler, romanın yönünü değiştirerek bazı hikâyeleri gölgede bırakırken hem sığınmacılık hem de insanlık meselesini romanın finaline yerleştiriyor.
Devrim Koçak’ın ilk romanıyla ikinci romanı arasında benzerlikler de var. Çift isimli erkek karakterler, aktif kadın figürler, sıradan hayat süren erkekler. Âşık olmakla başlayan değişimler, tarihsel geçişler, ortak mekânlar ve hatta ortak bir karakter: Yayıncı Nazım. Bu benzerlikler, bir anlatı geleneğinin izleri olarak karşımıza çıkıyor. Koçak, kendi edebi evrenini kurarken dikkatli okura tanıdık ama yeni bir yol sunuyor.
‘’Yağmurdan Sonra Bahardan Önce’’ yalnızca bir anlatı değil; aynı zamanda bir hatırlama biçimi. Yaşanmış bir yası veri alıyor, unutmamayı ise bir direniş biçimine dönüştürüyor. Geçmişin ailesel yaralarına merhem sürmeye çalışırken, bugünün karanlığına çözüm arıyor.
‘’Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler’’ bittiğinde dudaklarımızda Ahmet Telli’nin yazıp Grup Yorum’un bestelediği “Sıyrılıp Gelen” çalıyordu. ‘’Yağmurdan Sonra Bahardan Önce’’ sona erdiğinde ise aklımızda Zülfü Livaneli’nin dizeleri yankılanıyor: “Dünyayı güzellik kurtaracak / Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”