KÜÇÜMSENMENİN ACISI

Tuncer Altunbulak

Küçümsenmenin acısı yoksulluğun açlığın ve yetimliğin verdiği acı kadar etkileyicidir. Ben bunu bir dilencinin yüzünde ve gözlerinde gördüm. İçimi yakan pek çok şey yaşadım ama o dilencinin gözlerinde gördüğüm acı kadar içimi yakmamıştır. Yoksulluk ezilmişlik onu güçten düşürmüş, kamburlaştırmış. Sokakta önünden geçenlere ellerini uzatıyor yüzlerine acındıracak bir biçimde bakarak dualar ederek dileniyordu. O dilencinin yanına oturmuş onun hayat hikayesini dinlemiş onun korkularını ve endişelerini gözlerinde görmüştüm. Çok üzülüyorum insanların birbirlerine sevgi yerine korku ve endişe vermelerine oysa dünyaya gelmiş bütün peygamberler insanlara birbirinizi sevin olduğunuz gibi kabul edin bir birinizi diyorlar. Sevgi dünyanın en harika duygusu bu duyguyu yaşamak için hayatını veren insanlar var yazılan bütün romanlar, öyküler, hikayeler türküler şarkılar sevme felsefesi için yazılmış söylenmiştir. Dertler kötülükler hep var olmuş. Olacaktır da ben insanım kardeşlikten barıştan ve özgürlükten yanayım diyenlerin görevi bu kötülükleri ortadan kaldırmak olmalıdır. Sevgi çok önemli ben babamın bir kez olsun başımı okşayıp canım oğlum dediğini görmedim. Kötülükler birazda bu yüzden hayatıma musallat oldu. Kendimi hep onuncu köye kovulmuşlardan sayarım. Bu yüzden hayatım boyunca hep sevgisiz yaşayanların itilmiş, kakılmış, örselenmiş insanların yanında durdum. Bu yüzden acımı, dertlerimi kimselere söyleyemedim. Bu yüzden yaralı elimi diğer elimle tedavi etmeye çalıştım. İşte dilencilere ve fahişelere ilgim buradan gelir. Dilencilerin ve fahişelerin nasıl öldüğünü bilenleriniz var mı? Yine bu yüzden bu insanların hayat öykülerini anlatırken içim rahatlanıyor. İnsanların birbirlerinin hayatlarını kolaylaştırması bu kadar zor mu? Birbirlerini kötüleyen öldüren hayatlarını zorlaştıran insanlara çok üzülüyorum. Yoksullar birbirlerine sahip çıkacak yerde kendilerini yoksullaştıranların yanında oluyorlar. Kendilerine inanması gerekirken kendilerini küçümseyenlerin yanlarında duruyorlar. Şimdi bu konuya özgü iki öykü anlatacağım. İlki üstadım Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli eserinden eşi ölen yoksulluk içinde yaşamaya çalışan Katarina papaza öldü işte layığını buldu. Onun öldüğüne acımıyorum ama geride bıraktığı bu çocukları şimdi ben nasıl doyuracağım. Papaz yapma hanım günaha giriyorsun der. Birde fırsat düşkünü olanlar var. Adamın öldüğü gün ev sahipleri bu aileyi evden çıkarır. Bu aile çok perişan bir ailedir. Rusya da böyle milyonlarca aile vardı. Bu ailenin büyük kızları Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştır. Bu durum bize kimi kadınların neden fahişelik yapmak zorun da kaldıklarını anlatır. Sefalet, perişanlık ve umutsuzluk benim ülkemde de hep var oldu. Şimdi anlatacağım öykü de benim ülkemden. Yıl 1970 çok hasta olan bir köylümün ziyaretine gitmiştim. Ev dediğime bakmayın bir mağara açlık, yoksulluk kokan bir mağara. Bir akşamüstüydü. Yoksulluk, açlık ferini fesini almış. Beli bükülmüş, kemikleri dışarı çıkmış. Köşe taşında tir tir titreyen bir fitili lamba yanıyordu. Adam gözlerini dikmiş o lambaya bakıyordu. Sık sık da ne olur Allah’ım al canımı diyordu          

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.