‘’İŞÇİSİN SEN İŞÇİ KAL’’

Halil Yeni

 

 

Yorgun işçi omuzlarıyla işten eve gelip küçücük dünyamın karanlığından sıyrılmak ve başka insanların dünyalarına yüzümü çevirmek istediğimde, hep bir belgesel kanalını izlerken bunulurum kendimi. Sağ olsun kapitalizm elimizden çaldığı hayatları belli bir reyting karşılığında izleme hakkı sunuyor bize.

 

O gün de böyle oldu. İlk olarak, doğada bir başlarına kalmış iki insanın yeme, içme, ısınma ve barınma ihtiyaçlarını var olan imkânlar ve yetenekleri dâhilinde nasıl karşıladıklarını izlemek müthiş keyifliydi. Hemen peşine bir veteriner kliniğinde tedavi edilen hayvanların belgeseli çıktı. Sonra farklı ülkelerin kültürleri ve tarihi üzerine gezi yapan başka bir belgesel daha izledim. Ve o günün sonunda yeni yerler tanıyıp, yeni insanlar keşfedip, ufkumun genişlediğini hissettim.

 

Ertesi gün ulusal kanallar arasında gezinti yaparken isimleri, karakterleri, konuları dahi birbirinin aynısı olan dizilerin işgaliyle sulandı beynim. Bir kanalda oynayan dizide fakir kız zengin oğlana âşıktı. Diğer kanala geçtim. O kanalda ki dizide de fakir kız zengin oğlana âşıktı. Sonra ki kanal ve bir sonra ki. Lüks hayatlar, lüks arabalar, mutfakta aşçılar, dışarda korumalar, bahçede bahçıvanlar ve evde hizmet eden uşaklar. İlk kavgayla ve nefretle başlayan tanışıklıklar sonra aşkla biten yaşanmışlıklar. Her biri birbirinin aynısıydı.

 

Çocukluğumuzu büyüttüğümüz Yeşilçam filmlerinde de senaryo hep benzerdi. Fakir işçi kızı, fabrikatör Necmi beyin çocuğuna âşık olur, bu imkânsız aşk her nasılda mutlu sonla hallolurdu. Yada Fakir çocuk zengin kıza aşık olur, ilk başta fakir çocuğu aşağılayan zengin kız yaşadığı kötü bir olay karşısında fakir oğlanın yiğitliğine aşık olur ve film seyircinin gözyaşları eşliğinde mutlulukla son bulurdu.

 

İşte böyle bir dönemde, İstanbul’un varoş mahallelerinde, el arabası tezgâhında kaset satan işportacının teybinden bir şarkı yükseliyor, tokat gibi çarpıyordu umut taciri Yeşilçam filmlerine. İşportacının tezgâhından havalanan o şarkı dilden dile yayılıyor,  açık pencerelerden evlere dalıyor, aşkına karşılık bulamayan işçi çocuğu o şarkıyla avunuyordu. Şarkı aşkına karşılık bulamayan kızın dudağında ki ıslıktan çıkıyor, evlerden meydanlara iniyor, miting alanlarında bangır bangır bağırıyordu. O şarkı tabi ki Cem Karaca’nın ‘’işçisin sen işçi kal’’ diyen ‘’Tamirci çırağı’’ şarkısıydı. 

 

Sınıftan kaçış yoktu. Taşı toprağı altın zannedilen İstanbul öyle filmlerde ki gibi kızlara zengin oğlan, oğlanlara zengin kızlar nasip ederek ödüllendirmiyordu. 80’lere doğru anlıyordu ki kızlı erkekli fakirler, işçilere zenginlik vermiyordu hayat. Onlarda artık geleceklerini Yeşilçam filmlerinde değil, sendikalarında, eylemlerinde, grevlerinde arıyor fakir kız fakir oğlanla kol kola giriyor, zengin patrondan oğlunu, kızını değil, hakkını istiyordu. Çatır çatır alıyordu da. Derken darbe geliyor kapitalizm artık Yeşilçam filmleriyle kandıramadığı işçilere postalı indirip şiddetle susturuyordu.

 

Şimdi bütün kanallarda bizden olmayan, bizi anlatmayan, zengin kız fakir oğlan, fakir oğlan zengin kız dizileri dolaşıyor. Ülkemizin insanı da keyifle izleyerek yaşamak istedikleri hayatın düşlerine dalıyor, kurtuluşu kendi ellerinde, mücadelesinde değil, televizyon kumandalarında zaping yaparken arıyor. Ve devran böyle devam ettikçe ‘’Bu acı geçmiyor.’’

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.