EĞER SHAKESPEARE KADIN OLSAYDI…

Dilek ALP

"Ah, şimdi anımsadım ki bu aşağılık ve şerefsiz dünyadayım: kötülerin, haysiyetsizlerin alkışlandığı, iyilerin de delirmiş ve tehlikeli bir çılgın sayıldığı dünyada…"

Macbeth, William SHAKESPEARE

*

Yazımın 26 Mart’a denk gelmesi hoşuma gitti. Yeni bir yaşın güzelliğini tadacağım bu gün, alışılmışın dışında benim sizlere hediyem olarak kabul edin. Sanatı, sanatçıyı önemseyen, iyi niyetli samimi duygulara sahip, günde en az beş fincan kahve içebilen, akılcı, egolarından sıyrılmış, nazik, sevgi dilini kullanan, her güzel detayı önemseyen, insanların hayatına katkı sunan, yemek yapmayı ve yemeyi adabıyla beceren, kalpleri sahiden güzel olan okuyucularıma hediye ediyorum kelimelerimi… Müzikten anlayan kulağa şarkımı fısıldamak gibi diyelim o zaman…

Kültür ve Sanat iç içe girmiş gözüken, birbirini etkileyen fakat beslemeyen iki kavramdır. Kültür, huzuru garantiler, sanat ezber bozar, rahat kaçırır. Kültür geleneksellikten beslenir, muhafazakârdır, bilinirliğin ve toplumsal devamlılığın sigortası olarak görülür. Sanat ise toplumun kültürel kodlarından etkilense de bazen yıkan, değiştiren bir süreçtir. Bir tehlike olarak görüldüğü için kuşkuyla bakılan bir olgudur. Yan yana kullanılmasının sebebi de budur. Kültür, daima sanatı dizginlemeye çalışır, halkın kabulüne uygun hale getirir. Bir nevi bilinçli manipülasyondur. Kimse kültürün ağırlığından ötürü içine tüküremez ama sanatın coşkusunun içine tükürebilme cüretini gösterebilir
mesela günümüzde…

Aklıma 2010 yılında
Güney Afrika, Johannesburg Belediye Başkanı Amos Masondo’nun, Dünya Tiyatro Günü’nde Shakespeare’in Macbeth oyunu başlamadan önce sahneye çıkıp "kültürünüzü korumanızı anlıyorum ama sanatı, sanatçıyı aşağılayamazsınız" sözü geldi, sanırım beynime çakılmış bir an bu. Düşünüyorum da hangi gelişmiş ülkede, çağdaş bir belediye başkanı bu kadar bilinçli, derin bir cümle kurabilir günümüzde? Cevap veriyorum: “O” (yazıyla sıfır)

Niyetim sanatın en kuvvetli alanlarından biri olan tiyatroların kapatıldığı, yapılma amacının ne olduğu bile anlaşılmadığı, bir insana-kente-ülkeye-dünyaya neler katabileceğinin idrakında olunmayan ve tiyatrocuların değersizleştirildiği hatta işten atılıp, tutuklandığı bir dönemde olduğumuzu anlatmak falan değil. Zira sanatçı ruhların kelimelerine pranga vurulamayacağı için sorun etmiyorum. Hayatın bir tiyatro sahnesi olduğu tezinden yola çıkarsam eğer, sanat her şeye rağmen her kılıkta, her kelimede, her notada, her lezzette karşınızda bitiverecek ve engellenemeyecek. Keşke lafla da peynir gemisi yürüseydi.

Bu yazı öncesi aklıma bir ironi takıldı; 8 Mart’ın birkaç gün sonrası ansızın taraf olmaktan çıktığımız
İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğini bilmeden karşı olanlar mı istersin, kendi yaptığı haksızlıklara bakmadan boyundan büyük açıklama yapan yüksek topuklular mı ve neden taraf olmamız gerektiğini bilmeyenler mi, tüm tiplemeleri gördük şu günlerde. Hatta “morardınız mı” diye başlık etiketi (hashtag) kullanan hemcinslerimin taraf olanlara karşı kan donduran paylaşımları…
 
Kısaca neydi konu?

1. Kadınların güçlendirilmesi,
2. Kurum ve kuruluşların kadına uyguladığı baskı ve şiddeti engellemek,
3. Cinsiyete duyarlı politikalar geliştirmek,
4. Bu alanda çalışan STK’lar ile işbirliği,
5. Korumak amaçlı gerekli hukuki ve diğer tedbirleri almak.

Bu sözleşmenin karşısında durmak ne demek anladınız sanırım. Taraf (mış) gibi durmak da benim için aynı zihniyettir, bunu da belirtmeliyim. Onun için bugün çok güçlü erkek karakter
Shakespeare eğer kadın olsaydı diye hayal etmek istedim. Bu arada sağlam bir Shakespeare okuyucusu ve izleyicisi olduğumu da belirtmeliyim. Özgeçmişini okuyacağınızı tahmin ederek konunun ortasından giriyorum.
Hikâye farklı olsaydı? Ya Shakespeare bir kadın olarak doğmuş olsaydı?

Bildiğimiz kadarıyla, Shakespeare'in zamanında kadın profesyonel oyun yazarı yoktu. Tıpkı hiçbir kadının bir oyuncu olarak tiyatro sahnesine basmasına izin verilmediği, hiçbir kadının halka açık sahnede oynanan bir oyun yazmadığı gibi. Tiyatroda sahne malzemeleri ve kostümler yapan kadın işçiler olabilirdi ama. Öyleyse Shakespeare bir kadın olarak doğmuş olsaydı, büyük oyunları yazılmamış ve yazarlık kariyerinin tüm umutları unutulmuş olarak kasabasında yaşlanacağı anlamına mı geliyor?

O dönem İngiltere’sinde kadın oyun yazarı vardı tabii. Ama aynı kasırga etkisini yaratamıyorlardı toplumda. Oyun yazı biçimleri, senaryo, çevirileri de aynı lezzette olmasına rağmen halk rağbet etmiyordu.

1613'te, Elizabeth CAREY adlı bir kadının ilk orijinal oyunu basılı olarak yayınlandı. Oyun bir çeviri değil, tamamen yeniydi.  Charlotte BRONTË veya George ELİOT gibi, Carey de oyunun yazarı olarak başlık sayfasına kendi adını koyamadı, bunun yerine, baş harfleriyle imzaladı. Bu önemli kadın oyun yazarlarının her birinin ortak bir özelliği vardı: hepsi doğuştan ve evlilikten soylu kadınlardı. Bu kadınların her biri için unvanları büyük bir şeyi temsil ediyordu: para, toprak ve belki de en önemlisi eğitim. Bu kadınlar Latince ve Yunanca okuyabiliyor ve Shakespeare'in sahip olduğu tüm dilbilgisi yeteneklerine sahip olarak yazılarına uygulayabiliyorlardı. En az onun kadar kitap bilgileri vardı. Shakespeare, soylu bir kadın olarak doğmuş olsaydı, halka açık sahneler yazmamış olabilir, daha çok aile ve arkadaşlar için özel performanslarda oynardı. Shakespeare bir kadın olarak doğmuş olsaydı, oyunları tüm ülkeyi dolaşamazdı, belki diğerleri gibi arka bahçesine gizlice yaptırdığı
bir sahne ile tek kişilik bir gösteri yapardı. Sonra komşuları onu şikâyet eder, kilise mahkemelerine düşerdi.            

Shakespeare, bir kadın olsaydı oyunlarının metni belki günümüze kadar ulaşamazdı, zira o dönemde pek çok kadın okuma yazma bilmediği için belki çoğu yazılamayacaktı. Ama bu dönemde sadece bir oyun yazan ve oynatan değil, aynı zamanda girişimci bir ruha sahip, derme çatma bir sahne inşa eden girişimci kadının büyüleyici bir örneğini verirdi. Taşlanmayı bile göze alarak oyunlarının ağırlıklı konusu zina, tecavüz ve cinsel istismar olabilirdi.

O dönemde kadın seslerinin hayatta kalmasının bir yolu, mahkeme davaları olmuştu. Cinayet gibi suçlardan yargılanan kadınlara, idam edilmeden önce, izleyen kalabalığa son bir konuşma yapma fırsatı verilirdi ve bu konuşmalar kitapçılarda ucuza yayınlanır ve satılır, haber broşürlerinde bildirilir ve hatta meyhanelerde ve sokaklarda söylenmek üzere popüler türkülere dönüştürülürdü. Bir kadının toplum içinde konuşması ve kendi yazısını yazması için nadir bir fırsattı, sonunda ölüm bile olsa, kadınların bunu görmek için hayatta kalamamış olması ise gerçek bir trajediydi.

Bir kadının Shakespeare çağında Shakespeare'in oyunlarını yazmasının, aile, ekonomi, siyaset, toplum beklentilerinin baskıları yüzünden zor olacağı kesindi. Ancak bu, dişi bir Shakespeare'in hiç yazmayacağı anlamına gelmiyordu. Belki yaşadığı bir olaydan ilham almış olabilirdi. Belki de bahçesinde tek kişilik skandal şovlar düzenlerdi. Ve belki de, Shakespeare tiyatrolara katılmak için bir gün kaçacak, oyununu halka açık sahnede oynatmak için savaşacak ve sonunda bir arkadaş topluluğu ile ismini saklayarak gizlice sahnelemeye karar verecekti.

16. yüzyılda büyük bir yetenekle doğan bir kadın kesinlikle çıldıracak, kendini vuracak ya da günlerini köyün dışındaki yalnız bir kulübede bitirecekti. Ona yarı cadı, yarı büyücü, melankolik, korkutucu ve alay edilen isimler takılacaktı. Tabii eğer o ana kadar saldırıya uğrayıp, işkence görüp, toplumdan dışlanıp, öldürülmezse... 500 yıl sonra aynı noktada oluşumuz bana çok korkutucu geliyor, 21. Yüzyılda kadın Shakespearelerin hala görünmez oluşuna meydan okumaktan yılmak istemiyorum.

"Zaman, ihtiyacımızdan hızlı geçiyor" demişti bir kadın. Hayatı olduğu gibi, olduğu sadelik ve renkte kabul ediyorum, öfkelenmeye gerek yok, kişiyi itibarsızlaştıracak ihtiraslara da… Hayattan beklenti ile alakalı bir his bu. Her yeni güne başlarken ve bitiminde böyle olmuyor mu? Kendimizle didişerek, tepelerden aşağıya koşan vahşi atların peşinde geçiyor biçilen kısa zaman. Belki önce vahadaki vahşi atları serbest bırakmak gerek başlangıç olarak...